içerik yükleniyor...Yüklenme süresi bağlantı hızınıza bağlıdır!

Zamanın İnsanları, Neyi Kaybetti, Neyi Unuttu?

İletişim, insanların insanlık tarihi boyunca ve insandışı tüm varlıkların mutlak suretle sahip olduğu fiziksel ya da dilsel etkileşim alanını ifade eder. Bu etkileşim alanı, kutsal kaynaklarda "ilk insan" olarak geçen Hz. Adem ve Havva ile başlar ve zaman içinde fiziksel etkileşimin artmasıyla gelişir. Tabii ilk zamanlar insanlar, dile tam olarak hakim miydi, iletişimi dille mi yapıyorlardı yoksa sadece vücut diliyle mi ortak bir yaşam alanları vardı; bunu tam olarak bilemiyoruz; Çünkü yazının icadı ya da sesin çizilmesi, insanlık tarihi içinde çok yakın bir zamanda vücut bulmuştur.

Zaman içerisinde insanlar, farklı kültürlerle karşılaştıkça bakış açısı ve düşünce yapısı değişmiş, buna bağlı olarak da sosyal aktiviteleri artmıştır. Kültürlerin çarpışmasından yeni kültür katmanları oluşmuş ve insanlar, yeni bir anlaşma dilini öğrenmişlerdir: Savaş. Savaş, insan iletişimin ne yazık ki geldiği en son noktadır. Çünkü dil, insana her zaman her kapıyı açmaz. "Tüm kapıları açan dildir." diye düşünmek, bu zaman için pek safdillik olur. Tabii savaş dilini hiçbir şekilde savunmuyorum. Bununla birlikte insan, lisan üzeredir. Ama lisanı bertaraf edip iletişimi kas gücüne indirgeyenler de azımsanmayacak orana sahiptir.

Bireyin birey olmasının başlangıç noktasıdır iletişim ve lisan. Her ne kadar "Komşusu açken kendisi tok yatan bizden değildir." ya da "Komşu, komşunun külüne muhtaçtır." gibi vecizeler, kitap sayfalarının arasında kalmış olsa da; biz, insan olarak diğer bir insanla aynı ortamı paylaşmaya muhtacız.

İletişim kopukluğunun başlangıç noktası, insanın "bana ne" demesinden ya da benlik davasına düşmesinden dolayıdır. Bu benlik kavramı, insanlar arasına setler çekmekte, riyasız ve yalansız bir ilişkiler yumağını yok etmektedir. En küçük hareketlerden bile kıl kapmaya hazır bekleyen insanlar, akrabaları arasında yaştaşlarıyla, komşularıyla iyi ilişkiler kurmamak için değişik yollar deneme yoluna sapıyorlar. Sabah evden çıkarken merdivenlerde karşılaştığı bir komşusuna selam vermemek için başını başka yöne çeviren ya da komşusunu görmezlikten gelen insanlarla siz de karşılaşmışsınızdır. Neyden kaçıyor insanlar, bilmiyoruz. Fuzûlî'nin "Selam verdim, rüşvet değildir diye almadılar." diye başlayan dizesini düşündükçe aslında, zaman içinde değişen pek de bir şey olmadığı görülüyor.

Zaman, çıkar ilişkilerini ön plana çıkardığı için; insanları birbirine yakınlaştıran ya da birbirinden uzaklaştıran ana unsurlardan biri de bu çıkar ilişkileridir. En küçük çıkarı olmadığını düşünen insanlar, aynı çekim alanında birleşememektedirler. Bu durumda ortak bir ilişki alanı olmamakta ve insanlar, birbirinden habersiz yaşayıp girmektedirler. Sadece insan olduğumuz için birbirimize yaklaşsak ve sadece kendimizi değil de karşıdaki insanı kendimizden önemli görsek, nasıl davranırdık acaba? Benlik kavramı, egomuz, bizi hiç kendinden ayrı tutmamakta, bizi kendi halimize bırakmamak için uğraşmaktadır.

Peki evrensel ahlâk ilkelerine bağlı insanlar için de durum aynı mıydı? Veya erenlerin, evliyaların düşüncesi neydi? İnsanlara yaklaşımları ve davranışları nasıldı? "Ben mi?" diyorlardı, yoksa hayat dolu heybelerinden mutluluk mu dağıtıyorlardı?

Zaman ve mekanın evliyası Hacı Bektaş'ın kapısına bir çuval alıç ile gelen ve karşılığında buğday almayı uman Yunus Emre. "Buğday yerine himmet verelim." diyen Hacı Bektaş'ın himmeti almayarak evdeki ailesinin buğday beklediğini söyleyen Yunus'a hiçbir karşılık beklemeden çuvallar dolusu buğday veren Hacı Bektaş'ın.ikisi arasındaki ilişki, bir çıkar ilişkisi değil. Yunus, kendisini değil de evdekileri düşünürken; Hacı Bektaş, buğday yerine mânâ aleminin kapılarını son sürat açacak anahtarı veriyor. Herkes kendisinden çok karşısındaki insanı düşünüyor. Hiç biri, "ben" kavgasına düşmüyor. "Peki bu zamanın insanları, neyi kaybetti, neyi unuttu?" diye düşünmeden edemiyor insan.

Bu yazı 18061 defa okunmuştur.
YAZARIN DİĞER YAZILARI
FACEBOOK YORUM
Yorum